Taslak 2

(…)

“İyi misin?” diye sordu.
“Daha iyiyim.” dedim.
“Bu halde sürebilecek misin?”
“Bilmem. Yavaş yavaş gideriz işte.”
“Dinlen sen, ben kullanayım.”
“Ehliyetin var mı ki?
“Tabii.”
“Peki madem. Stadın çaprazında evim. Serpil Apartmanı.”
“Bulamazsam kaldırırım, arkaya geçip uzan sen.”

Yavaşça orta konsolun üzerinden sürücü koltuğuna geçişini izledim. Elbisesi yukarı doğru sıyrılmıştı. Gözlerimi kapattım. Önce motoru çalıştırdı, ardından sağa sinyal verip sertçe gaza bastı ve yola girdi. Ne kadar gittik bilmiyorum ama karanlık ve virajlı yollar yerini geniş ve aydınlık caddelere bırakmıştı. Göz kapaklarıma vuran ışıklarla çocukluğumu hatırlayıp gülümsedim.

Babamla karanlıkta yaptığımız dönüş yolculuklarında da yol ışıklarını sayar, inmeye yakın uyuma numarası yapardım, babamın beni kucaklamasını, kokusunu içime çekmeyi istiyordum, pek yapmazdı, hatta hiç yapmazdı, her seferinde dürterek uyandırıp, eğer varsa, arabanın arkasından tutuşturduğu torbalarla, yanında yürütürdü, eskitmeli ve o zamanlar bana çok büyük gelen bahçe kapımızdan içeri girip karanlık ve taş döşeli yolda yaptığımız pek uzun olmayan yürüyüşten sonra, babamın ağır hareketleriyle açılan çelik kapımızdan içeri girip genzimi yakan kömür kokulu yalnızlık soğuğunu ciğerlerime çekerdim. Annem yoktu, daha doğrusu vardı ama yok gibiydi, o yüzden küçüklükten beri bir barınağa ev diyebilmem için içinde bir kadın kokusunun olmasını, buzdolabını her açtığımda dondurma kabına yahut ufak bir tencereye konulmuş, akşam yemeğinden artanlarla karşılaşmayı isterdim, ne yazık ki kendime biçtiğim ömrümün orta yaşlarına doğru koşarken hala hayalini kurduğum o sıcak eve ulaşamamış olmanın ve yağmurda ıslanmanın vermiş olduğu ürpertinin etkisiyle hapşırdım, üşümüş olduğumu düşünmüş olmalı ki, bence haklıydı, havalandırma tesisatında birikmiş ince tozu arabanın içine vermeye çekinmeden ısıtıcıyı sonuna kadar açtı, yüzüme vuran sıcak havayla oh be dedim, en azından gidene kadar kendimi iyi hissedebilirim, bir süre kirpiklerimin arasından sızan ışığa odaklandım ve olmasını istemediğim geleceğimi görmek adına hayal gücümü zorladım, olmadı, bir kere daha denedim, sonra vazgeçtim, ulan dedim içimden, şu zamana kadar geleceği düşündün de ne oldu artık sal gitsin.

Tanıdık bir hızda yapılmış, tanıdık bir dönüşle yavaşça sola kaydım, ardından da sağa, şimdi güvenliklerin şüpheli bakışları ardından kepenklerin açılmasını bekliyoruz diye düşünüyordum ki, yavaşça hareket ettik, otoparkın girişinden aşağı inen sel suları arabaları mahvetmesin diye yapılmış giderin bir türlü yerine oturmamış demir mazgalının üzerinden geçtik, içerisi en azından sakindi, gözlerimi araladım yağmur damlaları yavaşça birleşip camlardan aşağı kayıyordu, bir kez daha gülümsedim, iyi bari dedim içimden, bu gece de uyuyabileceğim, tabii sıkı bir yorgunluktan sonra, önce toparlanmam için bir duş almam, ardından ayılmam için güzel ve sert bir kahve içmem gerekiyordu, gece uzundu, bir kaç kere park etmeyi denediğine göre hayatında hiç böyle büyük bir araç kullanmamıştı, olsun dedim içimden, seçimlerini o yaptı, o terketti, o geldi, kalsa kullanırdı, şimdiden sonra da seçimlerinin kefaretine o katlanacak, sadece benim bir gecelik acımasızlığıma değil, hayatın ve onu kaçırmanın acımasızlığını sindirmeye çalışacak, yıllar içinde aşık bir adamın nasıl bu hale geldiğini ona sakin sakin, acıta acıta anlatacağım.

Kapı kolunun etrafındaki ahşap desenleri baş parmağımla okşarken durmasını bekledim, ama bir türlü park edemiyordu ve ben sabırsızlanmıştım, yavaş yavaş kendime doğru çektiğim kol artık direncini yitirmişti, çekmemi ve açılmayı istiyordu, ben de çekmeyi ve açmayı, içeri hücum eden soğuk ve nemli havadan payıma düşeni ciğerlerime çekmeyi ve birazcık da olsa ayılmayı istiyordum ama bir türlü durmuyordu, gözlerimi açtım, üzerinde rakam yazan otopark direği yanımdaydı, sonunda arabanın kıçını sokmayı başarabilmişti, bu birazdan duracağımız anlamına geliyordu ve ben yıllardır beklediğim intikamın ne kadar saçma bir emel olduğunu sabaha doğru; her geçen dakika biraz daha eksileceğini bilmeden güzel saatler geçirmeyi hayal ettiği gecenin son dakikalarında, o varlığını sorgularken anlayacak, bunu da sabah kahvaltısında yorgunluktan kalkamadığı yatağına götürdüğüm bir fincan kahveyle fark edip, ziyan olmanın ve travmaların insanı nasıl bir çıkmaza sürükleyeceğini anlayıp anlamadığını soracaktım, tok gelen kapı sesinin ardından elimi çekip gözlerimi kapattım ve kapımın açılmasını bekledim. El freni yavaş yavaş çekilirken kafamda kurduğum kusursuz planı uygulamaya koyabilirdim, içimdeki hırsı ve öfkeyi bir an dizginlemeye çalışıp kendime seslendim ve dedim ki, artık şov başlayabilir.

Taslak 1

Gitmem gerekiyordu. Çağırılıyordum. Sıkılmıştım. Bunalmıştım. İşim de yoktu. Değişim istiyordum. Değişmem lazımdı. Buna ihtiyacım vardı. Zamanın hızlıca ellerimin arasından kaydığını hissediyordum. Saatler akıyor, günler geçiyor, hafta sonlarıyla hafta içleri birbirine karışıyor, içimde büyüyen karanlık, tüm ekşiliğiyle midemden yükselerek boğazıma dayanıyor ve canımı yakıyordu. Yaşadığım, içinde bulunduğum bu sürüncemeyi anlatabileceğim kimse de yoktu.

Yosun tutmuştum. Geçen ay eve söylediğim çiğ köfteden arta kalan, o zaman günah olur diye atmaya kıyamadığım, şimdilerde küflenip buzdolabımın kapağındaki yumurtalıkla bütünleşen yarım limonla hayatım arasında bir fark olması gerekirdi. Yoktu. Hayallerim de solmuş, buruşmuş ve kokuşmuştu. Yeni bir cana, ikinci bir başlangıca ihtiyacım vardı. Şimdiye kadar yaşadığım tüm acı verici hatıraları ruhumun kemiklerinden sıyırıp fırlatmak istedim.

Askerlik kağıdım tam da o aralar düştü posta kutuma. Doğumumdan beri ekmeğini yediğim devletim beni göreve çağırıyordu. İyi, dedim kendi kendime. Nasılsa yapacak daha iyi bir şeyim yok.

Ertesi sabah erkenden kalktım. Önceki gün çıkartıp sandalyenin üstüne fırlattığım kıyafetlerimi hızlıca giyinip askerlik şubesine gitmek için evden çıktım. Mevsim sonbahardı. Düşen ilk yaprağı, Zeynep Kamil’e çıkan yokuşun başındaki ağacın altında karşıladım.

(…)